
Korkular… Endişeler…
Evlat edinme kararı hiç de kolay değil. Karar sürecinde pek çok endişe, korku, merak, umut ve heyecan var. Karar verme ve başvuru süreci bu çeşitli duyguların yoğunluğuna göre uzayabiliyor, hatta sonlanabiliyor.
Bu yazıda hatırlayabildiğim kadarıyla o korku ve endişeleri hangi cevaplarla teskin edip başvuruya ikna olabildiğimizi anlatmaya çalışacağım.
- ‘Ya bir gün bizden alınırsa?..’
Çok küçük bir ihtimal ama yine de mümkün. Fakat doğrusu, biz bu korkuyu hemen hemen hiç yaşamadık. Çünkü, daha önce anlattığım üzere, biz yola koruyucu ailelik fikriyle çıkmıştık ve çocuğun biyolojik ailesiyle bağının devam etmesine bir itirazımız yoktu. Zira çocuğun sahibi olamayız. Bu yüzden bu korkuyu evlilik öncesinde ‘Ya boşanırsak?’ diye korkmaya benzetiyorum. Çok garantici düşünmeye alışığız ama aslında hepimiz derinden biliyoruz ki hayat asla garanti edilemiyor.
Dolayısıyla bu korku/soru için kendimize şunu söylemiştik: Eğer bir gün yavrumuz herhangi bir sebeple bizden alınırsa ondan ayrıldığımız için elbette çok üzülürüz ama bu ölümle de gerçekleşebilir. Ayrılığımız her ne sebepten olursa olsun, önemli olan onunla geçirdiğimiz günlerin güzelliği. Biz onun sahibi değiliz, o bizim malımız değil. Biz birbirimize yoldaş olacağız ve eğer bir sebepten onun yolu bizimkinden ayrılırsa, beraberliğimizden razı ve memnun olmasını temenni edeceğiz; iyiliği ve mutluluğu için daima dua edeceğiz.
- ‘Ya biyolojik ebeveyn bizi öğrenip sorun çıkarırsa?..’
Bir önceki soruya benziyor gibi ama benzemiyor aslında. Çünkü bu, biyolojik aileye dönük büyük bir önyargı barındırıyor. ‘Çocuğunu sokağa terk eden aile’ suçlaması biyolojik anne ya da babaya ‘elinden her fenalık çıkabilecek bir ne idiği belirsiz’ yaftasını vuruyor. E, bu durumda bir güvenlik endişesi normal tabii. Bu korkunun, hazırladıkları başvuru dosyasını kuruma teslim etmekten alıkoyduğu bir aile biliyorum.
Biz bunu nasıl aştık?
Kurum bize çocuğun detaylı hikâyesini bilmeyeceğimizi söylemişti. Yani çocuğun neden kurumda olduğunu, oraya hangi saiklerle geldiğini bilmeyecektik. Ama işte tam da orada saklıydı bu korku/sorunun kaynağı. Az buçuk psikoloji bilgimiz bize diyordu ki hiçbir memeli hayvan -insan da dâhil- yavrusunu sebepsiz yere terk etmez. Bir ailenin başına kim bilir ne gelmiştir de çocuğunu devlete vermek durumunda kalmıştır? Musa’nın annesi mesela, yavrusunu göğsünden koparıp kocaman Nil nehrine salarken onu Firavun’un kıyımından kurtarabilmek umudundaydı.
Hiçbir şey göründüğü gibi olmayabilir. Bazı şeyler göründüğü gibi de olabilir. Biyolojik aile çok iyi ama bahtsız insanlardan da oluşabilir; çok kötü ve tekinsiz insanlardan da… Bunu başımıza gelmeden, karşımıza çıkmadan asla bilemeyiz. Ama onu dünyaya getirenler kötü bile olsalar çocuk kötü değildir. O kötü olmasın diye evlat edindiriliyor zaten. Bir çocuk daha kötülüğün karanlığına düşmesin diye sorumluluk almamız gerekmez mi, eğer biz de kötü değilsek? Dolayısıyla, iyilikler ihtimallerle reddedilmez, deyip önce Allah’a sonra da devlet kurumlarına güvenmeyi tercih ettik. Zaten kurum sürecin gizlilik esasıyla yürüyeceği konusunda bize bilgi vermişti. Zira ‘çocuğun üstün yararı’ gözetilerek gerçekleştirilen evlat edinme sürecinin hiçbir noktasının bu yararı riske atmamasını sağlamak da devletin görevidir.
- ‘Ya çocuk evlat edinildiğini öğrenince yıkılırsa/bizi terk ederse?..’
Bu da bizim kalbimizde hiç yer bulamayan ama pek çok evlat edinme niyetindeki ailenin içini kemiren bir soru. Biz, çocuğun kendi varlığıyla ilgili bu temel gerçeği ondan saklamanın ona karşı büyük bir haksızlık olduğunu düşünüyoruz. Ayrıca evlat edinildiğini çocuktan saklamanın dinen yasak olduğuna da inanıyoruz. En baştan beri, bunu çocuğa uygun zamanda uygun şekilde söylemenin bir yolunu bulacağımıza kararlıydık. Tekraren söyleyeceğim ama; biz çocuğun sahibi değiliz, dolayısıyla onun neye nasıl tepki vereceğini de tayin edemeyiz. O özgürdür, öyle kalmalıdır. Bizden gitmek istese bile…
- ‘El alem ne der? Çocuğu ve bu olayı nasıl karşılar?’
Bu endişe bilhassa beni bir süre meşgul etti gerçekten de. Toplum tarafından onaylanmamayı senelerdir evimizin ortasındaki o kara delikle yaşıyorduk biz. Ama küçücük bir yavru bu ağırlığı kaldırabilir miydi?
Bu yüzden, öncelikle ailelerimizin bu işe rızasını almamız gerektiğini düşündüm. Anne babalarımız ve kardeşlerimiz ve onların aileleri ve … herkes bizim evlat edinme kararımızı onaylamalıydı, zira ailemize başka birini alacaktık, yani onların da söz hakkı vardı (?!).
Neyse ki bu akıl almaz saçma fikir ve paranoya birkaç gün içinde kayboldu. Kendime ‘Ne münasebet!’ tokadı atıp düşüncelerimi temize çektim:
Rahmimden doğacak bir çocuk konusunda bütün bu sayılan kişilerin ne kadar söz hakkı varsa merhametimden doğacak bir çocuk konusunda da o kadar söz hakları vardır. Yani, yoktur. Ne zaman doğuracağıma, hangi çocuğu doğuracağıma karışamıyorsa kimse; hangi çocuğu ne zaman evlat edineceğime de karışamaz. Kimseden izin almak zorunda değiliz. Zira eğer izin almaya kalkışırsak onlara çocuğu kabullenmeleri konusunda seçenek sunmuş oluruz.
Bu noktaya varınca ailelerimize niyetimizi açtık. Yine de ben konuşmaya cesaret edemedim, eşim anlattı. Birinin yüzünde bir şaşkınlık, bir alay -ne bileyim- en ufak bir olumsuz his görürsem çok üzülürüm diye halıya çaktım bakışlarımı. İnsan hep olumsuzu düşününce olumlu aklına gelmez oluyor: Şaşıran ben oldum. Aaa! Kimse olumsuz bir şey söylemedi, üstelik hayır dua ettiler. Hele babam henüz o anda, keyifle gülerek dedi ki: ‘Torunlarımızın sayısı hızla artıyor çok şükür!’
Günlerdir kalbimi ağırlaştıran endişe şu altı kelimecikle birden nasıl kayboluvermişti! Babam onu şimdiden torunları arasına katmış ve kucaklamıştı bile! Ailemin merhametinden, şefkatinden, geniş gönüllülüğünden nasıl şüphe edebilmiştim! Utanç ve mutluluk gözlerimden fışkırmak üzereydi ki odadan kaçtım.
- ‘Ya evlat edinilmiş olmaktan dolayı akranları arasında bir rahatsızlık ya da sorun yaşarsa?’
Ya arkadaşları onu üzecek bir şey söylerse? Ya akranları onu aralarına almazlarsa?
Düşündük ki biz evlat edinilmediğimiz halde arkadaşlarımız tarafından çeşitli şekillerde yaralanmış, alay edilmiş, üzülmüş, incitilmiştik. Muhtemelen çocuğumuz da arkadaşlarından bir sebeple incinecek.
Anne baba olmanın en zor tarafı canparenin düşe kalka, acıya üzüle büyümesini seyretmek olsa gerek. Yoldaki taşları, cam kırıklarını düşünüp yürümekten vazgeçilmez dedik ve kuzumuzun metin ve güçlü bir kalbi olması için duaya durduk, henüz onu beklerken.
Bir önlem olarak ise oğlumuza kavuştuğumuz andan itibaren çevremizdeki herkese, bilhassa çocuklu ailelere, evlat edindiğimizi duyurduk. Çocuklarıyla bu konuyu konuştuk. Onların hemen her tür sorusunu cevapladık. İstedik ki ‘evlat edinme’ çevremizdeki ailelerde bir gündem olsun, çocuklar da bundan haberdar olsun, bu konu onların gözünde öcüleşmesin. Dostlarımız da bu çerçevede çocuklarına harika birer rehber oldular, sağ olsunlar! Şimdi en azından oğlumuzun macerasını bilen, onu tanıyan, meselenin farkında olabilecek 4 yaş üstü hemen bütün çocuklar evlat edinmeye dair doğru bir fikir sahibi olmuş durumdalar. Bu hem onlar için, hem oğlumuz için, hem de evlat edinilmiş ya da edinilecek diğer pek çok çocuk için harika bir kazanım olacak diye umuyoruz.
- ‘Ya anne/baba olmayı beceremezsem?’
Kalbimi ara ara yoklayan bu korkuyu en çok ve panik halinde, oğlumla ertesi gün tanışacağımı öğrendiğim saatlerde duydum. Sanki bütün hücrelerim paniklemişti. Psikolojik danışman olan dostum Ayşe’yi çağırdım hemen. Bir yandan ağlıyor bir yandan sayıklıyor gibi dökülüyordum:
Ben neydim ki daha?… Benden anne olur muydu?… Ben nasıl anne olurdum?… Bunca zaman anne olmayı istemiş olmam beni hazır kılmış mıydı ki?… Yetemezsem, yetişemezsem?… Anne olmayı beceremezsem ona yazık değil miydi?… Kim bilir başından neler geçmişti şimdiye kadar, bir de benim gibi beceriksiz, yeterince iyi olamayan ya da kötü bir annenin eline düşerse yavrunun hali ne olurdu?… Ya beni annesi olarak kabul edemezse, alışamazsa?…
Ben böyle yokuş aşağı giderken Ayşe dedi ki ‘Sen şu anda kendinden bahsetmiyorsun ki… Sen anne olmuşsun zaten. Şu anda o çocuğu, çocuğunu düşünüyorsun.’
Kelimeleri, cümleleri netlikle hatırlayamıyorum ama Ayşe sanki havasız kalmış odalarımın pencerelerini açıverdi birden. Haklıydı; korkum, endişem kendime, kendi hayatıma yönelik değildi; çocuğum içindi! Bu endişelerimin anneliğimi hayra yöneltmesini ummak durumundaydım. Bu noktaya erişince garip bir güç hissettim kalbimde. Benim hazır olmam olamamam o noktada çok da önemli değildi; onun bir anneye ihtiyacı vardı, hem de hemen! Yolda beraber büyüyecektik nasıl olsa…
- Kendimize bile itiraf etmeye utandığımız çekince:
“Ya görünce sevemezsem/kalbim ısınmazsa?” Bu veya benzerleri akıldan, kalpten hiç geçmiyor değil. Kültürel olarak çocuğu kendimizin bir parçası hatta ürünü olarak gördüğümüzden olsa gerek, onu yanımıza yakıştırmak eğilimindeyiz sanırım. Ama belli ki esasen kendi güzelliğimizden pek eminiz. Dolayısıyla böyle bir çekincenin kibir, ırkçılık, ayrımcılık vs. gibi çok karanlık köklerinin olduğunu da hissettiğimizden; değil birbirimize, kendimize bile böyle bir çekincemiz olduğunu söyleyemedik. Bu yüzden kendi adıma bunu bertaraf etmek için istiğfardan başka, çocuklara daha dikkatli bakmaya çalıştığımı da itiraf edeyim. Her birinin güzel ve hoşa gidecek özelliğini görmeye çalıştım gözümü ve bakışımı eğitebilmek için. Gerçekten de kiminin gözleri güzeldi, kiminin dudakları, kiminin cilt rengi… Ama hepsinin gülüşü güzeldi. Üstelik onlar gülünce dünya güzelleşiyordu. O halde korkacak ne vardı?
Geriye dönüp bakarken evlat edinme fikrini ölçüp tarttığımız zamandan oğlumuza kavuştuğumuz güne kadar kalbimize ya da aklımıza çeşitli ağırlıklarda uğramış olan endişelerden hatırladıklarım bunlar. Şimdi hiçbirinin bir önemi kalmadı bizim için. Yine de bu yazıyı yazma ihtiyacı duydum, çünkü konuştuğum (evlat edinmeyi değerlendiren ya da karar vermek üzere olan) birkaç ailenin benzer çekinceleri olduğunu gördüm. Bu çekincelerin normal olduğunu söylemek istedim. Hepsi de normal, çünkü insan bilmediğinden korkar. Hepsi de geçici, çünkü tanışıp bilince doğan sevgi o kadar büyük ki bütün bu çekincelerin, endişelerin, korkuların kalpte, zihinde barınacak bir nöronluk yeri kalmıyor 🙂

