Genel

Despotik Süpermarketler ve Semt Pazarları ya da Okul ve Okulsuzluk

Günümüz okulları süpermarkete benziyor, ancak epey despotik bir haline, neden ve nasıl olduğunu anlatacağım. Her türlüsünden, çeşit çeşit, gerekli gereksiz ürünü bir arada, yan yana bulabilirsiniz bu süpermarketlerde. İçeri girerken bir ihtiyaç listesi olanın bile çıkarken genelde ihtiyacı olmayan bir sürü şeyi poşetine doldurduğu ve düşündüğünden fazlasını ödediği, eve varınca bir yüklendiği poşete, bir de elindeki fişe bakındığı yerler, okullar…

Eğitim süpermarketleri olan okullar, kaçınılmaz şekilde kapitalizmin hizmet ve kaynak üretimi kurumları olarak, öğrenmeyi de bir tüketim nesnesi haline getirmiştir. Süpermarketlerden içeri girdiğinizde alacağınız ürünler standartlaşmıştır, talebinizi yönlendirmek için önceden ürün geliştirme uzmanları tarafından itinayla tasarlanmıştır. Bu ürünlerin üzerinde uzun uzun çalışıldığı, emek verildiği, kaynak ayrıldığı şüphe götürmez. Besin değerleri, kullanım faydaları, kalori miktarları, koruyucular, katkı maddeleri, ürün ebatları, ambalajları vs. bunların hepsi, birçok uzmanın kafa patlattığı bir sürecin sonunda ince ayarlarla belirleniyor. Bunlara sözümüz yok, ancak işte bu kadar dışsal tasarım ve müdahale, öğrenmenin doğal ve özgül akışını bozup, öğrenciyi süpermarket reyonlarında verili ürünlere bakınarak gezinip alışveriş arabasını standart seçeneklerden bazılarıyla dolduran bir tüketiciye indirgiyor. Üstelik yalnızca ürünler değil, satın alma deneyiminin kendisi de, siz ne kadar farklılaşmış ve size özgü olduğunu düşünseniz de -hatta bu düşünce bile-, önceden ve başkalarınca tasarlanıyor. Hangi ürünün hangisiyle yan yana durduğu, hangi reyonun nerede konumlandırıldığı, süpermarketin içinde hareket yönünüz, koridorlar vs. hepsi sizin davranışlarınızı olması istenen bir müşterinin davranışlarına dönüştürmek, yani daha fazla ve sürekli tüketmeniz, için kurgulanıyor. Mekan ve zaman, dekor ve sahne adına fiziki şartlar, ışıklar, renkler, sesler, süpermarket çalışanlarının kıyafetleri, standartlaşmış ifadeler, davranış kalıpları… aklınıza ne gelirse hepsi, milyonlarca farklı insanı tektipleştiren ve tüketim öznesi olarak kurgulayan ortak bir deneyim yaşatmak için özenle bir araya getiriliyor.

Okullar için süpermarket benzetmesi yaptık ama bu süpermarketlerin günlük alışveriş deneyimlerimize bakarak pek alışık olmadığımız bir yanı var. Bunlar piyasada var olan ve en küçük esnafın bile bildiği ‘müşteri velinimettir’ ilkesini dikkate almaksızın, müşterilerinin satın alma deneyimlerini epey despotik bir şekilde yönetiyorlar. Şöyle ki; bir kere bu süpermarketleri açık oldukları zaman zarfında her ihtiyaç duyduğunuzda, ya da kafanıza estiği zaman şöyle bir iki ürün almak için ziyaret edemiyorsunuz. Hatta bırakın istediğiniz zaman gitmeyi, istemediğiniz zaman buralardan alışveriş etmeme hakkınız bile bulunmuyor. Bu süpermarketlerde kimin ne zaman alışveriş yapacağı önceden belirleniyor. Müşterilerin o gün ve saatlerde orada olmaları ve alışveriş yapmaları gerekiyor. Onun dışındaki gün ve saatlerde hasbelkader süpermarkete girdiyseniz de alışveriş yapamazsınız. Eğer belirlenen saatte gelmez de geç kalırsanız, ya da hiç gelmezseniz ve daha kötüsü bunu alışkanlık haline getirirseniz cezalandırılırsınız, ona göre. Süpermarkete giriş saatinizin belli olması gibi, çıkış saatiniz de, yani içeride ne kadar zaman geçireceğiniz de başkaları tarafından belirleniyor. İçeride bulunmaktan hoşlanmazsanız vakti gelmeden süpermarketten çıkmanıza, içeride kalmak isterseniz de reyonlarda daha fazla gezinmenize izin verilmiyor. Hani belki kovalayan olmuyor ama rutine ve standarda alıştığınız için sizin için belirlenen süre bitince büyü bozuluyor, bir yabanıl duygu geliyor insana, etrafta oyalanamıyorsunuz. Dolayısıyla sizin için tahsis edilen zaman dilimi dışında orada olmanız, bu zaman dilimlerinde ise başka yerde olmanız anlamını yitiriyor. Zaman-mekan ilişkinizin bu şekilde sizin isteğiniz dışında kurgulandığı bir süpermarket deneyimi kulağa tuhaf gelebilir ama okullar böyle yapılandırılmış.

Üstelik bu süpermarketin tuhaflıkları bununla sınırlı değil. Bir diğer kural kimlerle alışveriş edebileceğinize dair. Öyle kafanıza estiği gibi mesela mahalledeki oyun arkadaşlarınızla, en sevdiğiniz dostlarınızla, aile üyelerinizle ya da olur ya istediniz diyelim yalnız başınıza alışveriş yapamazsınız. Bu süpermarketten alışveriş yapacak kişiler öbek öbek gruplara bölünüyor. Bu gruplar da yine o grubun üyeleri tarafından gönüllülük esasıyla değil başkaları tarafından oluşturuluyor. Bir gruba atandıysanız yıllarca hep onlarla birlikte alışveriş yapıyorsunuz. Başka bir gruba geçmek imkansız değilse de epeyce zor. Yalnızca bazı durumlarda grup değişikliğine izin veriliyor, mesela sağlık sorunları gibi geçerli bir mazeretiniz olmalı, grubunuzdaki bir üyeyle ya da sizin vardiyanıza denk gelen reyon görevlilerinden biriyle aranız oldukça kötü olmalı, alışveriş konusunda çok başarılı ya da başarısız olmalı, ya da başka bir yere taşınmalısınız, ha bir de süpermarketteki tüm dinamikleri değiştiren torpil ve rüşvet kabilinden hediyeler var sizi başka bir gruba aldırabilecek. Bunlar yoksa uzun yıllar aynı grupta devam ediyorsunuz. Buna ‘sosyalleşme’ diyorlar ve bu çok önemli bir süpermarket ürünü aynı zamanda. Ama neden sosyalleşme imkanlarının yalnızca bu grupla ve belirli bir deneyim setiyle sınırlandırıldığını kimse açıklamıyor, ‘işte öyle’… Neyse, bir süre sonra grubunuzdaki insanların huyuna geçiyor, birbirinizin ortalamasında bir yere yaklaşıyor ve onlara alışıyor hatta bazılarını seviyorsunuz. Yalnız işin daha tuhaf tarafı bu gruptaki herkesin yaşlarının aynı olmasıdır. Okul denilen bu süpermarketler dışında aynı yaşta olan insanların zorunlu olarak gruplandırıldığı bir yer bulamazsınız. Evde, sokakta, parkta, restoranda, camide, hastanede, yüzme havuzunda, kütüphanede, piknikte, müzede, otobüste, berberde, tiyatroda, umumi tuvalette, futbol takımında, lunaparkta, hatta orduda bile, velhasıl hiç bir yerde böylesi bir gruplama yok, sadece okul denilen bu süpermarketlerde var ne hikmetse. Mesela annemle birlikte alışveriş yapmak istiyorum diye giremezsiniz bu süpermarketlere, amcamın benden üç yaş büyük oğluyla geldim, mahalleden farklı yaşlardaki en sevdiğim oyun arkadaşlarımla içeri gireyim diyemezsiniz. ‘Olmaz! Aynı yaştaki ve ancak bizim belirlediğimiz kişilerden oluşan kendi grubunla girebilirsin içeri.’ Peki.

Bitmedi. Hangi yaş grubunun hangi ürünleri alabileceği ve alamayacağı da bu süpermarketin genel merkezindeki bizden çok akıllı uzmanlar tarafından tayin ediliyor. Yani süpermarkete girdim, canım şundan istiyor, şuna ihtiyacım var diye öyle akılsızca bir reyona koşamıyorsunuz. Dur bakalım. Elinize verilen alışveriş listesindeki ürünleri almak zorundasınız, hatta o listedeki sıraya göre ve yalnızca o miktarda. Zorundasınız diyorum, çünkü başka ürünleri alamadığınız gibi listedeki o ürünleri almazlık da edemiyorsunuz. İlla o ürünler, başkası değil, hem miktarı da belli, ne eksik ne fazla. ‘Şimdi yarım saatlik kavun alıyoruz, hep birlikte, grup olarak. Marş marş… Tamam bitti, şimdi doğruca diş macunu bölümüne.’ İyi de ben kavunu sevmiştim, biraz daha alsam. ‘Olmaz’. Peki. Ama ben diş macununu sevmiyorum, hem ihtiyacım da yok, almasam olmaz mı? ‘Olmaz dedik yahu, disiplin reyonuna gidip biraz ceza ürününden almak istiyorsun sanırım’. İlginç ama bu süpermarkette kendinizi biricik hissedebileceğiniz yegane reyon disiplin reyonu. İnsanın vahşi taraflarını uyarıp ona özgür olduğunu hatırlatan bir ayartıcılığı var yani. Neyse, ne anlatıyordum? Böyle süpermarket mi olur demeyin, dahası var.

Değiştiremeyeceğiniz şeylerden bir tanesi de reyon görevliniz, yani satış personeliniz. Memnun kalın ya da kalmayın o süpermarkette o saatte o ürünü size satmak için görevlendirilmiş birisi var ve bu kişinin kim olacağını seçme şansınız yok. Hizmet sektörünün kalitesi hizmet sunan kişiye çok bağlı olduğu için de nasıl bir satın alma tecrübesi yaşayacağınız artık şansınıza kalmış.

Bu süpermarketlerin bir tuhaf tarafı da gün sonunda ne satın aldığınızın değil, alışveriş fişinizin değerli olmasıdır. Çünkü bir sonraki gruba geçebilmenin ve daha iyi gruplara yükselebilmenin ya da daha iyi süpermarketlerden alışveriş yapabilmenin yolu düzgün alışveriş fişleri biriktirmekten geçer. Aslında başlangıçta süpermarketler kurgulanırken, sunulan ürünlerin yaşam için gerekliliği dikkate alınsa da, bugün artık önemli olan aldığınız ürünlerin sizi süpermarket dışındaki gerçek yaşamda donanımlı kılması değildir. Önemli olan fişlerinizin çokluğu, büyüklüğü ve hangi süpermarket şubesinden alındığıdır. Süpermarketlerde fırsat eşitliği denilen şey de herkesin dilediğince fiş biriktirebiliyor olmasıdır. Fişlerini saymaktan, itinayla saklayıp, gerektiğinde çıkarıp kullanmaktan, kimsenin gerçekte ne satın aldığı ile ilgilenecek vakti yoktur. Hasbelkader alıp eve getirdiğin ürünler de odanda bir köşede poşetlerin içinde öylece duruverir. Evde kullanamazsın, üstüne giyemezsin, yemek yapıp yiyemez, eşe dosta ikram edemezsin, çürür, kaybolur, unutulur… Fiştir önemli olan. Çünkü bir gün bir süpermarkette çalışabilmek için fişe ihtiyacın vardır. Bu fişleri alabilmek için süpermarkette grubunuzun içinde hatta gruplar arasında her gün kıyasıya bir rekabet yaşanır. İki alışveriş yapalım, birkaç ihtiyacımızı görelim diye girmeniz gereken süpermarkette birdenbire reyonlar arasında birbirinizin ayağına bastığınız, dirsek attığınız, saçını çekiştirdiğiniz bir kavganın ortasında bulabilirsiniz kendinizi. Nereden nereye… Bazen ve hatta sıklıkla fiş alabilmek için süpermarketten adına ödev dedikleri bir ‘evde yapılacaklar listesi’ verildiği de olur. Yani başlangıçta evin ihtiyaçları için süpermarkete gidilirken, artık fişin ihtiyaçları için eve gidilir olmuştur ve fiş dağıtan süpermarketler yaşamımızın en güzel yılları olan çocukluğumuzun merkezine çöreklenmiştir.

Böylesi bir süpermarket deneyimi pek de aşina olduğumuz tarzda bir tüketici tatmini vadetmiyor, hatta neredeyse distopik bir tablo var ortada. Kim böylesi bir yerden alışveriş etmek ister ki? Milyonlarca insan… Delinin zoruna bak, neden ki? Çünkü ne kendi bostanımız var, ne de semt pazarlarımız. Bu alternatifler aklımıza da gelmiyor. Hatta buna cesaret edenleri taşlıyoruz, şöyle dilinin ucuyla bahsedenlere vebalı sefil varlıklar gibi bakıyoruz.

Oysa semt pazarları yaşamın kalbiyle bir çarpar. Mahallenize gelmesini dört gözle beklersiniz. Ya da başkaca mahallelerin semt pazarlarına gidersiniz o gün, tamamen size kalmış. Sabahtan gitseniz harika olur, şangır şungur tezgahlar kurulurken pazarın ilk heyecanını duyarsınız ama acelesi yok, yan gelip uykunun tadını biraz daha çıkarabilirsiniz, zamanı tamamen size kalmış, zorlama yok. Hem annenizin koluna takılabilirsiniz, ahbaplarınızla uğrayabilirsiniz, ya da sırf kalabalığın içinden şöyle bir uçtan bir uca keyfekeder avare geçebilirsiniz. Kendinizce bir alışveriş listesi yapmışsınızdır belki, ihtiyaçlar düşünülmüştür. Belki canınızın istediği bir şeyleri görürseniz listeye kaçamak bir iki madde de girebilir. Ürünleri beğenmezseniz almayıverirsiniz o gün pazardan hem, mecburiyeti yok ya. Tezgah tezgah gezebilir, ürünleri yoklar, satıcıları göz ucuyla tartabilirsiniz. Elmayı şu her zamanki, elmaları kütür kütür sulu olan pazarcı amcadan, patatesi bu hafta karşısına yeni açılan tezgahtan, üzümü pazarın başında önünde kuyruk olan satıcıdan almalı, ha bak peynirimiz bitmişti doğru ya, şuradan mis gibi yarım kilo kaşar sardıralım, çıkarken de bir diyarbakır karpuz aldık mı tamam. Yükümüz ağır olacak yalnız, iyisi mi aşağı komşunun oğlan Ali’yi sesleyelim, hem horoz şekeri alır eve gidene kadar birlikte yer, muhabbet ederiz. Keyfinize göre, ihityacınıza göre bir deneyimdir bu, ne isterseniz onu alırsınız, tepeden inme, size rağmen sizin için zoraki bir alışveriş listesi yok.

Semt pazarları yaşamın kalbiyle bir çarpar. Sokakta, parkta, camide, otobüste kim varsa oradadır. Duvarları, kapıları, pencereleri, çatıları yoktur semt pazarlarının, kale gibi kapalı değildir, koridorları mahalleye açılır, çıplak bir mekanın üstünde hep birlikte yalınkat bir deneyim sunar. Geçen hafta gördüğünüz kişilerden başkaları vardır alışveriş yapan, pazarcı esnafı da olmayabilir geçen haftaki yerinde, ürünlerse zaten doğanın döngüsüyle paralel olarak değişir. Bir değişkenlik, durumsallık, belirsizlik vardır semt pazarlarında, her deneyim bir öncekinden farklıdır, yapılandırılmamıştır ve sürpriz renkler çalar deneyim tuvalinize.

Semt pazarında fiş vermezler, ihtiyacın olan ürünü alır çıkarsın yalnızca. Hadi diyelim bazen canın ister, bazen ayartılırsın, ya da esnafa kıyamaz, hatra binaen ihtiyacın olmayan bir şeyler de alırsın. Ama tam da buna ihtiyacın vardır. İnsan olduğunu tadarsın yani, standardın dışına çıkmak, belirsizliğin, olasılıkların kumaşını özgürce okşamak keyfini verir insana. Bir de insan insana doğrudan bir iletişim vardır semt pazarında. Gözünün içine bakar pazarcı esnafı. İzlendiğini bilerek ürünlere dokunurken bir alışveriş ihtimalinin gerçekleşmesinin beklemenin, o eşiğin heyecanı vardır tezgahın her iki tarafında. Sonra ürünleri deneyebilirsin de, ‘helal et’ deyip elini uzatır, bir erik atarsın ağzına. Beğenmezsen almazsın, gücenmece yok.

İstersen semt pazarında çıraklık da yapabilirsin. Geç bir tezgahın ardına, sokul bir usta esnafın yanına, küçükten başla hem öğrenmeye, hem cep harçlığını çıkarmaya. Daha istersen kendin bir şeyler de satabilirsin. Su satarsın, ıslak mendil, çorap, limonata filan. Fiş biriktirmen ya da fiş kesmen gerekmez, bir yerlere üye olmak istemez. Daha çıt kırıldım çocukken, kendi sesine yabancıyken, boğazın çatallanarak ‘soğuk su’ diye bağırabilir, bu sefer sen müşteriyle göz göze gelebilir, ilk ürünü verip kendi kazancın ilk parana dokunabilirsin. Cesaret edersin, gözlem yaparsın, teklif edersin, reddedilirsin, ikna edersin, yorulursun, hesap yaparsın, hayal kurarsın, keyif duyarsın. Bunların hiçbirini süpermarkette bulamazsın, çünkü süpermarketler değil semt pazarları yaşamın kalbiyle bir çarpar.

Ucuzdur hem semt pazarları, süpermarketler kadar gereksiz maliyetleri yoktur kimsenin üzerinde. Eni sonu iki tezgah, dört direk, bir tente. Gerisi tezgahtaki ürünlerin albenisine ve kurulan sıcak ilişkilerin maharetine kalmış.

Okullar yukarıda resmedilen despotik süpermarketler gibiyse, okulsuzluk deneyimi semt pazarlarını, dahası bazı ürünleri kendi bahçende, bostanında kendin üretmeyi, belki başkalarıyla paylaşmayı andırıyor. Bugün apartmanlarda yaşıyoruz, kendi öğrenme toprağımızı çapaladığımız bahçelerimiz, bostanlarımız yok ne yazık ki. Her birimiz sözde rızaya dayalı zorunlu istikamet süpermarketlerde büyüyoruz, hormonlu, sentetik, plastik, basmakalıp, garantici, renkli ambalajlarda gri bir deneyim sunuluyor bize ve bir tercih bolluğu yanılsaması ile tatmin oluyoruz. Sabah sabah bir cesaretle bu zorunlu kıtadan ayrılıp yolumuzu değiştirsek, semt pazarına uğrasak, yeni kurulan tezgahların heyecanına şahit olup, belki yardım için bir el atıp neşeyle hatırlayacağız; semt pazarları yaşamın kalbiyle bir çarpar.

(Okulları süpermarketler üzerinden distopik bir ortama benzettiğimin ve okulsuzluğa epey idealize edilmiş semt pazarları örneğinden hareketle güzelleme yaptığımı biliyorum. Aralarındaki farklılıkların altını çizmek ve olması gerekeni vurgulamak için böyle bir yola başvurdum. Yoksa okullar günümüzün merkezi kurumlarından birisi, öyle olmaya da uzun bir süre devam edecek gibi görünüyorlar. O yüzden süpermarketleri kapatalım demiyorum ama bu saçma sapan deneyimi yeniden ele alıp düzenleyebiliriz. Bir de semt pazarlarından alışveriş yapmak isteyenleri ve kendi bostanından elinin emeğini yemek isteyenleri -ev okulu ve okulsuzluk yolunu seçenleri- özgür bırakabiliriz.)

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir